19 Eylül 2006

Nazar

Haftasonu bir nikaha davetliydim. Oldum olası fazla sevmemişimdir bu tip şeyleri. Kendim evlenmediğim için, bok at izi kalsın tadında bir kıskançlık beslediğimden herhalde. Yine önüme birkaç engel koyarak gitmemeye çalıştım. Bu seferki engellerimden en babası 20 dakikalık kravat bağlayamama beceriksizliği olmuştu. Siga siga da olsa engelimi aştım ve yola koyuldum. Emir büyük yerden geldiği için taksiye atlayıp "Yıldız'dan aşağı uç!" dedim abiye. "Evet"lere 3 dakika kala salona daldım. Geç kalmadım di mi, diye sorarak maç başlamadan kendi ağlarımı havalandırdım. Sinemaya mı geldin pezevenk, diye fırçayı yemiştim Yaşar Amca'dan.

Oğlan tarafıydım ben ama kız tarafıyla da tanışmıştım vakti zamanında. Yakışan bir çiftti. İkisi de birbirini "tek", beraberlerken "yarısı" olarak görmeyi başarmışlardı. Flört ettikleri dönemde bile bu işin sonucu belliydi. Abes ebeveyn sorunlarını aşıp, nihayet girebilmişlerdi bu eve. Yine de bir şey eksik gibi geliyordu bana. Eksik denemez belki, ama tamam da sayılamazdı.

Dakikalar sonra mürüvvet görecek olan ve suratlarında henüz o şapşal heyecanı yenememenin izlerini taşıyan ailenin ellerini öpüp salonun arkalarına, gölgelerine doğru çekildim. Ben yürürken 500 kişilik salon ayaklanmış alkış sesleri yükselmeye başlamıştı. Ayaktaki tek kişi olduğumu sanıp beni alkışladıklarını düşünmüştüm. Oysa, elbette ki kimsenin umurunda değildim. Ellerin kavuşmasının nedeni çiftin kapıdan içeri girmesiydi. Ben ise bu maçı tribünden izleyecektim. Ulu teknik direktörün taktiğinde bugün bana yer yoktu.

Yerleşildi. Makineler hazırlandı. Kodamanların suratına bir ıkınma ifadesi konduruldu. Sanki, onlar da yeniden evleniyorlarmış gibi gelinle birlikte ayaklarını hazırlamış aportta bekliyorlardı. Bir tok sesin sorularına iki çatallı ses beklendik cevapları verirken her nikahta en karanlık odalarda bekletilen sürpriz yine uykusunda bırakılmıştı. Her şey planlandığı gibi gidiyordu. Sonucunu bildiğiniz bir maçı izlemek ne kadar heyecanlıysa, bu tören de bana o kadar heyecan veriyordu.

Maşallahı olan 2 ailenin nur topları evlendiğinden, tebrik sırası halk ekmek sırasına benzemiş ve ben de ağırkanlılığımın cefasını çekmek zorunda kalmıştım. En son Sami Yen'deki bir maçta duyduğum "Kaynak yapmayın" sözünü bir nikahta duymak beni çok neşelendirmişti ki; bir şey gördüm. Ya da o bir şey kendisini görmeme izin verdi.

Önce kulak zarımdan içeri süzülerek beni yanına çağırmıştı. "Dur, şurada bir şey kalmış."
Kafamı çevirdiğimde bir kadının, sevgilisi olduğunu düşündüğüm adamın takım elbisesini eliyle temizlerkenki hâline tanık oldum. Ancak beni esas etkileyen kadının gözleri olmuştu.

Dünyanın en güzel gözleri değillerdi, hatta hiçbir orjinallik yoktu o gözlerde. Ama bakışları...
Bakışlarında bir şefkat, hareketlerinde bakışlarını tamamlayan bir anaçlık vardı. Karşımda annelik içgüdüsünü giyinmiş bir kadın duruyordu. Gözlerine çok gerekliymiş gibi yerleşen bir damla, o meleksi bakışı kadının yüzüne kondurmuştu. Modası asla bitmeyecek, kimsenin asla vazgeçemeyeceği dişi kıyafeti bu kadının üzerine cuk oturmuştu.

Adam farkında mıydı acaba bu bakışın? Tebrik salonundaki benden başka herhangi biri, elle tutulabilecek kadar keskin olan bu duyguyu yakalayabilmiş miydi? Bu âna benden başka biri tanıklık edebilmiş miydi?

Herifin sırtı bana dönüktü, göremedim ne karşılık verdiğini. Yine kıskançlığa kapılıp, kadını hak etmediğine hükmetmiştim. Üzüldüğünde kaçabileceği bir bakışa sahip olduğunun, sevincini ölümsüzleştirecek bir bakışa sahip olduğunun farkında olmadığını düşünmek istemiştim, çünkü aynı bakışa bir zamanlar ben de sahiptim...
Değerini bilememiştim.

Hiç yorum yok: