14 Eylül 2006

16:12

Şirkette oturmuş, mesai bitimini bekler bir vaziyette koltuğumda pinekliyordum. Akşam eve gidip alışarak sevmek zorunda kaldığım rutinimi yapar; önce yemeği ateşe koyar, sonra yıkanır, giyindikten sonra tıkınıp, 2-3 anime, belki 1 dizi, belki de çeviri kontrolü yaparım, diye içimden geçiriyordum. Anlaşılan hangi günde olduğumun yine önemi yoktu. Dünlerimin bir kopyası olacaktı. Bugünümü dünden farklı kılacak şey, yine bir bilinmez olacaktı. Belki yüzünü gösterecek belki de bir sonraki güne devredecekti.

Gittim mutfaktan çayımı aldım. Herkes ince bellide içerken ben inadına kupaların sevdalısıydım. Şirket içi rutinime son zamanlarda eklediğim Eti Browni Vişne Soslu'yu dikkatleri çekecek şekilde açtım. Son 1,5 saattir bürodaki kimseden klavye dışında ses çıkmamıştı. Telefonlar bile çalmazken ben buradayım, diye bağırıyordum sanki. Kafalar bir şaşkınlıkla bana döndü, ama 3 saniye sonra insanlar yine kendilerini bilgisayar ile ifade etmeye başlamışlardı. Buna da alışıktım. Belki de yarın aynı saatte, aynı pakedi açtığımda yine aynı tepkiyle karşılacaktım. Bu da mı rutinim olmuştu yoksa?

Tetikleme mekanizması devreye girmiş bir bomba gibi küçük fikirler beynimdeki geri sayımı aktive etmişlerdi. İşin nereye varacağından adım gibi emindim. Sadece önüne engeller koymaktı benim naçizane yapabileceğim. Unutulamaz sorunun ayak sesleri birazdan kulağıma kadar ulaşacak, dizdiğim engellerin üzerine doğru yürümeye başlayacaktı. Onları da yıkıp geçecek, çat kapı ben geldim, diyecekti. Biliyordum. Hep böyle olmuştu çünkü. Bu da lanet olası bir rutindi.

Ama bu sefer farklı bir taktikle savaşmaya karar verdim. Ne zaman karşı koyduysam, hep yenilmiştim. Bu sefer onun taktiğini uygulayacaktım. Savunma olmayacaktı, bu kez ben saldıracaktım. Başım ağrımaya başlıyordu. Ya şimdi ya da hiç, dedim kendi kendime. Saat 16:12 olmuştu. Çok kıytırık bir dakikaydı, ama tarihimde muazzam bir ânı simgeleyecekti. Kendimi sorgulamaya başlamıştım...

Hiç yorum yok: